SAHABENİN VARLIKLA İMTİHANI
“Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir fitnedir (imtihandır). Büyük ecir (en güzel karşılık ise Allah katındadır.” (Tegâbün Suresi 15)
Hakikatte kötü olan şey zenginlik mi? Bir tarafta fakirliği övenler, bir tarafta mü’minin zengin ve güçlü olması gerektiğini düşünenler… Prof. Dr. Ali Seyyar Zengin Sahabeler kitabı ile zenginlikten fakirliğe, fakirlikten yeniden zengin olmaya, mal biriktirmeye ve yine malını Allah için paylaşmaya kadar tüm süreçleri geçirmiş olan sahabenin yaşantısını okura sunuluyor.
Yazar, “Peygamber aleyhisselatü vesselam Müslümanların fakir kalacağından korkmuyor fakat dünya nimetleri içinde oldukları halde, mal ve mülk yüzünden birbirleriyle yarışıp vuruşacaklarından endişe ediyordu” cümlesiyle daha giriş bölümünden zenginlikte asıl endişe verici olanın dünya nimetlerinin kalbi ele geçirmesi ve oradan Allah sevgisini dışarı atması olduğunun altını çiziyor.
Kitap, önsöz ve teşekkürün ardından uzun bir giriş bölümüyle açılıyor. Giriş bölümünde yazar zengin sahabelerin ortak ahlaki özelliklerine ve erdemlerine maddeler halinde değiniyor. Zengin sahabelerin sosyal özelliklerini şöyle sıralıyor kitabında Prof. Dr. Ali Seyyar:
“İnsani münasebetleri açısından güçlü olmaları, yüksek sorumluluk sahibi olmaları, sosyal ve manevi statüleri yüksek olduğu halde mütevazı olmaları.”
Yazar ardından 5 madde halinde tespit ettiği zengin sahabenin ortak özelliklerini örneklendirerek açıklıyor: “Helal yoldan mal elde etmeleri, cömertlikte ve infakta öncü olmaları, mallarını emanet şuuruyla hak yolunda sarf etmeleri, zenginlikleri kanaatkâr ve ihlaslı olmalarına engel olmaması, hayra ve iyilikte bulunmaya doymamaları.”
“Kâmil mü’min, sonu cennet oluncaya (cennete girene) kadar hayır işlemeye doymaz.” (Tirmizi, İbn-i Hibbân)
Prof. Dr. Ali Seyyar, zengin sahabeleri yedi bölüme ayırarak inceliyor. İlk bölüm “Ehl-i Beytin Zenginleri” tek kadın zengin sahabe olan Hz. Hatice (r.anha) ile başlıyor. Ardından ehl-i beytin diğer zengin sahabeleri Hz. Hasan (ra) ve Hz. Hüseyin (ra)’nin hayatlarını ve mallarından nasıl tasarrufta bulunduklarına değiniyor.
İkinci bölümde “Aşere-i Mübeşşerenin Zenginleri” Hz. Ebû Bekir (ra)’den başlayarak Hz. Ömer (ra), Hz. Osman (ra), Hz. Abdurrrahman b. Avf (ra), Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah (ra), Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas (ra), Hz. Talha b. Ubeydullah (ra), Hz. Zübeyr b. Avvam (ra) olarak tek tek işleniyor. Her bir sahabenin zenginliğini nasıl kullandığı ile ilgili bir özelliği başlıklarda ön plana çıkarılıyor.
“Zengin Sahabeler” kitabının üçüncü bölümde “Aşere-i Mübeşşere’nin Evlatlarından Olan Zengin Sahabeler”, dördüncü bölümde “Baba-Oğul Zengin Sahabeler”, beşinci bölümde “ Ashab-ı Suffa’nın Zenginleri”, altıncı bölümde “Ensarın Zenginleri” ve son bölümde ise “Diğer Zengin Sahabeler” inceleniyor.
Kitabın genelinde sahabenin hayatı canlı örneklerle, yaşanmışlık çerçevesinde şekillendiğinden okuyucunun gözünde gerçek bir insan figürü canlandırması hiç de zor olmuyor. Elbette, zaman zaman menakıb-vari anlatımlar da gözden kaçmıyor, ancak yalın diliyle ve rasyonalist örnekleriyle okuyucunun bugünkü hayatıyla paralellik kurması sağlanıyor. Yazarın sahabeyi yalnızca zengin perspektifinden değil de bütünüyle ele alması, zenginliklerinin hayatlarında sadece bir şubeyi teşkil etmesinden, aslında Allah’ın pek çoğunu önce fakirlikle sınadığından bunun da insan için sınavlardan bir sınav olmasıyla ilişkilendirilebilir. Yazar bununla, zenginliğin her nimet gibi bir nimet olarak görüldüğü ve pek çok nimet gibi erdeme çevrilebileceğinin altını çiziyor. Zaten kitabın başından sonuna dek okuyucu için “zengin” ve “mü’min” sıfatlarının Müslüman için nasıl kullanılması gerektiğinin kılavuzluğunu yapılıyor.
Bugün “iman” ile “para” yan yana gelince birinden birinin kaybıyla sonuçlanan hallere sahabenin bu erdemli hayatından pek çok reçete bulunuyor kitapta…
Allah'a aşık olmak ne demektir?
Değerli kardeşimiz;
Aşk, şiddetli sevginin adıdır. Tasavvuf dilinde, Allah’a muhabbet anlamında kullanılır. (Nursî, Mektubat, s. 450) Allah'ın zatı, sıfatları ve isimleri mahlukatına benzemediği gibi, ona olan sevgi de asla mahlukata olan sevgiye benzemez ve benzememelidir.
İnsan, aşkı ya mecazi kullanır, ya da hakîkî. Mecazî aşk, fanilere gönül bağlamaktır. Hakiki aşk ise, Allah’ı sevmektir. Bazen mecazî aşk, hakîkî aşka vesile olur. (Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, s. 203) Hak aşığı olan zat, her şeyi “Mevla’nın diyarından” gelmiş olarak görür.
Kur'an ve sahih hadislerde aşk kelimesi geçmez. "Sevgi" çoğunlukla "hub" ve"muhabbet", bazan da "meveddet" kelimeleri ve bunların müştaklarıyla ifade edilir. Allah sevgisinden çok Allah korkusuna ağırlık veren ilk zâhidler de aşktan söz etmemişlerdir. İlk defa II. (VIII.M.) yüzyılda Allah ile kul arasındaki sevgiyi anlatmak üzere nadiren de olsa aşk kelimesinin kullanılmaya başlandığını gösteren rivayetler vardır. Nitekim söylendiğine göre Hasan-ı Basrî (ö. 110/728) Allah'ın,"Kulum bana, ben de ona âşık olurum." buyurduğunu belirtmiştir. Abdülvâhid b. Zeyd ise (ö. 177/793) peygamberlerden birinin, "Allah bana, ben de O'na âşık oldum." dediğini söyler. Başka bir rivayette buna benzer bir söz Ebü'l-Hüseyin en-Nûri'ye (ö. 295/908] isnat edilmiştir.
Alimler, hatta ilk dönemlerde mutasavvıfların büyük çoğunluğu, Allah sevgisini ifade etmek üzere Kur'an ve Sünnet'te yer alan hub ve muhabbet yerine aşk kelimesinin kullanılmasına karşı çıkmışlar. Râbia el-Adeviyye (ö. 185/801),Bâyezîd-i Bistâmî (ö. 234/848), Cüneyd-i Bağdadî (ö, 297/909), Hallâc-ı Mansûr (ö. 310/922) gibi sevgi temasını işleyen ilk sûfîler, genellikle aşk, âşık ve maşuk yerine hub, muhabbet, habîb, mahbûb kelimelerini kullanmayı tercih etmişlerdir. Şer'î hükümlere titizlikle bağlı olduğu bilinen İbn Hafîf de [ö. 371/98İ) Allah sevgisinin aşk kelimesiyle ifade edilmesine uzun süre karşı çıkmıştır. Ancak onun Cüneyd-i Bağdâdî'ye isnat edilen aşkın mahiyetine dair bir risaleyi okuduktan sonra görüşünü değiştirdiği, hatta bu konuda bir de risale yazdığı rivayet edilir.
Haris el-Muhâsibî, Hâce Abdullah el-Herevî, Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî, Ebû Tâlib el-Mekkî, Hakîm et-Tirmizî, Ebû Nasr es-Serrâc, Muhammed b. İbrahim el-Kelâbâzî, Ebû Nuaym, Abdülkerîm el-Kuşeyrî, Hücvîri, Gazzâlî gibi mutasavvıf yazarlar da eserlerinde aşk kelimesine ya hiç yer vermemişler veya nadiren kullanmışlar; bunun yerine büyük önem verdikleri Allah sevgisi konusunuhub ve muhabbet terimleriyle anlatmayı tercih etmişlerdir. Bunlardan Kuşeyrî'nin naklettiğine göre, Allah ile kul arasındaki sevginin aşk kavramıyla ifade edilmesine karşı olan Şeyh Ebû Ali ed-Dekkâk bu görüşünü şöyle açıklamıştı:
Aşk aşırı sevgi yani sevgide ölçüyü aşma anlamına gelir. Allah için böyle bir aşırılık düşünülemeyeceğinden, O'nun kuluna olan sevgisine aşk denemez. Öte yandan kulun Allah'a duyduğu sevgi ne kadar güçlü olursa olsun yine de O'nu yeterince ve lâyık olduğu ölçüde sevemeyeceğinden kulun Allah sevgisi de aşk diye adlandırılamaz (bk. Risale, s. 615). Bununla birlikte Kuşeyrî sûfîlerin Allah sevgisini aşk kelimesiyle ifade etmelerini müsamaha ile karşılamıştır. Nitekim o eserinin "Muhabbet" bölümünü, "Âşıklar söyledikleri sözlerden dolayı kınanmazlar." cümlesiyle bitirir. (a.e., s. 625).
Aşk kelimesinin dinî bir terim olarak kullanılmasını caiz gören sûfîlerin dayandıkları bazı âyet ve hadisler vardır. Meselâ onlara göre, "İman edenler Allah'ı daha şiddetle severler." (Bakara 2/165) âyetindeki şiddetli sevgiden maksat aşktır. Diğer bir âyette de (Tevbe, 9/24) müminlerin Allah'ı her şeyden çok sevmeleri gerektiği belirtilmiştir. Hz. Peygamber (sav) Hz. Ömer (ra) 'e. "Ben sana herkesten daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsın."demişti. (Buhârî, "îmân", 8-9; Müslim, İmân", 67-70). Mutasavvıflar, bu mânaya gelen âyet ve hadislerden, Allah'a ve Resulü (asv)'a âşık olmanın lüzumu mânasını çıkarmışlardır.
Hücvîrî, meşâyihin aşk konusunda farklı görüşler taşıdıklarını belirterek başlıca görüşleri şöyle açıklar:
Bir zümreye göre aşk, sevgilisinden ayrı düşenin bir niteliğidir. Kul da Allah'tan ayrı kaldığına göre onun Allah sevgisine aşk demek caizdir. Buna karşılık Allah hiçbir şeyden ayrı ve uzak bulunmadığına göre O'nun sevgisi aşk kelimesiyle ifade edilemez. Başka bir görüşe göre aşk, sınırı aşma demek olduğu, Allah da sınırsız varlık olduğu için O'na duyulan sevgi hiçbir şekilde aşırı olamaz, dolayısıyla aşk diye adlandırılamaz.
Hücvîrî, dayandıkları çeşitli gerekçeleri de sıralayarak müteahhirînin, Allah'a duyulan sevginin muhabbet terimiyle ifade edilmesi gerektiği, bunun yerine aşk kelimesini kullanmanın caiz olmadığı görüşünü benimsediklerini belirtir. (Keşfü'l-mahcûb, s. 401).
Gazzâlî İhyayü Ulûmi'd-dîn'in Allah sevgisi konusunu işlediği "Kitâbü’l-Mahabbe ve'ş-Şevk ve'l-Üns ve'r-Rızâ" başlıklı bölümünde aşk kelimesine iltifat etmemiştir. Bununla birlikte o aynı eserin semâ konusu ile ilgili bölümünde Allah'ı seven, O'na âşık olan ve O'na kavuşma iştiyakı duyan kişinin semâından da söz etmekte ve bu semaın kişinin şevk, aşk ve sevgisini coşturacağını belirtmektedir. Gazzâliye göre Allah'ı tanıyan O'nu sever. Tanıma (marifet) arttıkça sevgi de gelişir ve güçlenir. İşte bu sevgiye aşk denir. Sevginin bu şekilde aşk halini alması, kulun marifette yetkinleşerek ilâhî güzelliği idrak etmesinden ileri gelir; bu idrak arttıkça aşk da güçlenir.
Nitekim Hz. Peygamber (sav)'in Hira'da ibadete kapandığını gören Mekke müşrikleri, "Muhammed Tanrı’sına âşık oldu." demişlerdi. Gerçek âşık kalbindeki Allah sevgisine hiçbir varlığın sevgisini ortak etmez. Bu yüzden başka şeylere karşı duyulan sevgiye ancak mecaz yoluyla aşk denebilir; çünkü ortağı olmayan, dolayısıyla ortaksız sevilebilen tek varlık Allah'tır. (Ihyâ, II/ 279-280; bk. Süleyman Uludağ, TDV. İslam Ansiklopedisi, Aşk md.)